Çevre Üzerine Bir Sorgulama...
Çevre nedir?.. Var olan mı, insan eliyle oluşturulan mı?.. Çevreci kimdir?.. Var olanı koruyan mı, korunmaya değer olanı hayata kazandıran mı?.. İki sorunun iki yanıtı da doğrudur. Asılları başımın tacıdır elbet; ama bu yazımda, “çevreci geçinenleri!” sorgulamak istiyorum. Çevrenin korunmasını, asfalt meydanlarda ya da beton salonlarda yaygara koparmaktan ibaret ve insan yerleşimi amacıyla yeşile yönelik her şeyi “doğaya ihanet!” sayan ve de aptal İngiliz çimine basmamayı, yeşil cennete girmenin vizesi sananlardan bahsediyorum. Doğanın “d”sinden bihaber, medeniyet sandığı şehir çöplüğünde yaşamayı “çağdaşlık” zanneden, doğayı tanımayı da sunduğu nimetleri kullanmayı da beceremeyen bir grubun sulu sepken heyecanları ile korunmaz doğa!.. Biraz ağır oldu ise giriş paragrafı, lütfen bağışlayınız... Bu satırları yazan, 50 yıllık mesleki birikiminin son 33 yılını doğayı “yaşatarak öğreten!” bir köyde geçirdi. Felsefi ve teknik altyapısını tanımladığı, “enerji mimarlığını”, uygulanan ve uygulanma aşamasındaki 88 projesinde örneklemeye çalıştı. Ülkesinin dört bir yanında ve üniversitelerinde, enerji ve ekolojiye ilişkin 400’e koşan ders ve konferans için ağırlanan, bir o kadar makalesi yayınlanan bu garip mimar(!), en çok kendi meslektaşlarını eleştirdi. Elbette hemen ardından şehir plancıları, çevre mühendisleri ve diğer yapısal mühendislik mensupları girdi eleştiri sırasına. “Debbağ sevdiği deriyi dövermiş!” misali, bu eleştirilerin tamamı, daha doğru kararlar alabileceğine inandığı binlerce dostuna, sürdürülebilir ve yaşanabilir bir dünya için tavsiyeler oldu sadece. Elbette bu gayretlerin aynı zamanda ülkemiz adına bir “var oluş” mücadelesi olduğunu da daima hatırlatarak!.. Bu meslek gruplarında, kentsel yaşam ve kurgusuna ilişkin, maalesef büyük bir çoğunluğun sürdürülebilirlik adına tek bir gayreti ve ne olduğuna dair bilgisi yok iken, nasıl becerilecektir acaba bu iş?.. Bir kenti, aslen rantsal dönüşüm olan, ancak kentsel dönüşüm adı altında bir aldatmaca içinde talan etmeyi mimarlık, mühendislik ve yöneticilik zannedenler çoğunluktadır maalesef. Evet bu vahşi kentler dönüştürülmelidir. Çünkü bu hali ile bir karabasandır. Ama yukarı doğru, yani günahlara günah ekleyerek değil, doğru istikametlerde, yani yanlara doğru, yani kendisine yetebilen, yaşamsal enerjisini üretebilen, atık sorunlarını mahallen çözebilen ve yaşayanları doyurabilen kentlere doğru!.. Çünkü kendi yarattığımız nedenler ve elde olmayan deprem benzeri olaylar açısından kentler, bir ölüm tuzağıdır artık. Çevreciler, Plancılar... Genellikle çevreci geçinenler, bir “karbon” bilirler, bir de “küresel ısınma!”... Bu ikisi yeter onların “bilge insan!” olmalarına... Karbonun bir ticaret metâsı, küresel ısınmanın da emperyalizmin korkutması olduğunu ise hiç düşünmezler. Biraz da ağaç lazımdır onlara. Ama sadece “var mı, var!” diyebilmek için. Çoğunun bir ağaç dikmişliği ve altında uyumuşluğu yokken ve var olanın lafla korunmayacağını bilmezken, yani daha mevcudu bile hakkıyla koruyamamışken, olur olmaz yerlere gönül koyarlar. Aslanım yeşiller ve yeşil geçinenler!.. Yeşilin ne olduğunu kitaplardan öğrenen bu nesil, aynı koşullarda yetişmiş ve eli toprağa, çıplak ayağı tarlanın çamuruna bulaşmamış, çapanın sapına değmemiş, bir fidanın büyümesini izleyememiş, bir sarmaşığı okşayamamış, bir yılını olsun köyde geçirmemiş; kenti, belediye sınırlarından ibaret sanan, o sınırın dışına da sadece “yeşil alan” yazarak görevini yaptığını düşünen, kentsel plancı akademisyenlerin öğrencileri olmuştur maalesef. O yüzden, bugünkü sonuçlar hiç şaşırtıcı gelmiyor bana. Azımsanmayan sayıdaki, Anadolu’nun, yani doğanın bağrından gelen hocaların büyük çoğunluğu ise medenilik ve bilimsellik tanımının “doğadan soyutlanmış” kılıfına bürünmeyi, çağdaş ve şehirli olmanın ilk şartı sanmışlardır. Delil mi lazım?.. Buyurun bir plancı portalı... “şehirplanlama.net” isimli bir paylaşım, şu tanım ile başlıyor, lütfen dikkat buyurun: “Şehir, genelde tarımsal faaliyetlerin yapılmadığı, insanların kırsal alanlara göre daha medeni bir yaşam sürdüğü, birçok olumsuz etkilerden ve koşullardan korunmak için kurulan geniş yerleşim bölgesidir” diyor ve devam ediyor: “Şehirler kendi içlerinde makineleşme ve sanayileşmelerini geliştirerek kendilerini geliştirmiş ve büyütmüşlerdir. Bir şehrin hem ticari hem sanayi açısından gelişmesi, mutlu ve gelişen medeni bir kitle ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bazı şehirler kendilerini bu yönde fazlasıyla geliştirmiş, bazı şehirler ise koşullarından dolayı fazla ilerleme gösterememiştir. Konuyu özetlemek gerekirse, şehirler bizlerin medeni yaşaması için tek elverişli ortam olup, dünyanın gelişmesindeki ilk önemli adımdır…” Bu kadarı yetti isyanıma!.. Bilmem anlatabildim mi? Çürümüşlük nereden başlıyor ve isyanım nedendir anlaşıldı mı acaba?.. Bu arkadaşlara tek söyleyeceğim şey, “Allah şifalar versin !” olacaktır. Arazi Gereksinimi Temel önerim olan yatay yaşam için yer yok zannedenler, şimdi söyleyeceklerime kulak versinler lütfen. 2003 yılında yazdığım ve “Bir Ülke Nasıl Yenilenir?” başlıklı makalemde detaylı olarak açıkladığım gibi, Türkiye’yi boydan boya geçen 8 km kalınlığında bir alanda 60 milyon insanın iki katlı ve bahçeli evlerde yaşamasının mümkün olduğunu, rahmetli hocamız Turgut Cansever ile birlikte hesaplamıştık. Gelin birlikte o hesabı 78 milyona, yani günümüze uyarlayalım. Dünya standartlarında, bahçe olanaklı ideal yerleşim yoğunluğu en çok 100 dönüme 150 kişi, yani kişi başına 666 m2 ile en az 10 dönüme 150 kişi, yani 66 m2 aralığında değişirken; 30 dönüme 150 kişiye karşılık gelen, kişi başına 200 m2den yola çıkan bir planlamanın ülkemiz koşullarına ve bilimsel verilere en uygun çözüm olduğu kanaatindeyiz. Türkiye’nin toplam alanının yaklaşık 800 bin km2 olduğunu, Devletin elinde tarımsal, dağlık bataklık ve elverişsiz alanlar dışında ortalama 400 bin km2 arazi olduğunu bilmekteyiz. Yukarıdaki ölçekte bir yerleşim için sosyal donatılar, yollar ve yeşil alanlar dahil kişi başına 200 m2 hesabı ile, 78 milyon nüfus için sadece 15.6 milyon dönüm, yani 15 bin 600 km2 arazi gerekmektedir. Bu alan, ülke yüzölçümünün YÜZDE 1.95’idir. Ülkeyi boydan boya geçen 1500 km boyunda bir çizgi düşündüğünüzde, 10.4 km eninde bir bandın tüm nüfusu; bahçeli, enerji öncelikli, ekolojik ve sağlıklı bir yerleşime kavuşturabileceğini kolayca hesaplayabiliriz. Gözde canlandırılması kolay olsun diye, otomobillerimizde taşıdığımız katlanır bir karayolları haritasında bu alanın ancak 5,6 milimetrelik bir çizgi kalınlığı kadar yer kaplayacağını söyleyebiliriz. Yani yer yok diyenler, bu hesabı bilmeyenlerdir. Olmayan şey ise bilinçli planlamadır. Gerçek Koruma Gerçekten doğayı korumak, insanları alçak yapılarda oturmaya teşvik etmek, yani insanı doğaya, doğayı insana emanet etmektir. Doğa böyle korunur. Yani, birlikte yaşatarak edinecekleri sahibiyet duygusu ile. Gökdelenin yirminci katında oturup uzaktan seyrettiği, üstünde oturması bile yasaklanmış çim alanı gökyüzünden izleyerek değil. 2009’da kaleme aldığım “Gökdelen Sendromu” başlıklı makalem, konuyu enine boyuna incelemektedir. Uzaktaki bir orman, uzaktaki bir yabancıdır insanımız için. Yanan bir orman içindeki piknik alanları zarar gördüyse timsahın gözyaşlarını dökeriz sadece; muhtemelen bir başka piknikçinin buna neden olduğunu bilmeyerek!.. Doğru bir planlama ile yatay bir yaşam, insana yakışan yaşamdır. İnsanların iki ayağı var, o da yürümek için. Ağaca tırmanmak için pençeleri yok. Bir geçiş dönemi adına en fazla 8-9 katlı ama enerji ve ekoloji adına da çözümler içeren çok katlı yapılar dışında tercih edilmesi gereken yapılaşma, yaygın olarak iki katlı ve en fazla dört katlı olmalıdır. 1950 yılındaki Amerika’yı planlarken, geçmiş hatalarından dersler çıkararak kararlar alan, şimdilerde ise 2050’yi planlayan oldukça deneyimli bir grupla iki yılı aşkın bir süre çalışma fırsatı buldum. Çok katlı yapılanmanın pedagojik, psikolojik ve fizyolojik sorunlar doğurduğunu ve suç oranında artış yarattığını söylediler. Gökdelenlerin, çaresiz Amerikalıların ve iş çevrelerinin “henüz kurtulamadığı!” bir mecburiyet olduğunu ilave ettiler. Bu sonuçlardan hiç memnun kalmayan Amerikan kamuoyuna çözüm olarak “suburb” denilen, ortalama iki katlı ve ahşap konutlardan oluşan “dış mahalle”, yani banliyöleri önerdiklerini söylediler. Böylece hem doğayı insanlara emanet ettiklerini ve onu korumaya aldıklarını, hem de bu yapıların Amerika’da yüzde 90 oranında yaygın olan ahşap çatkıya sahip olmaları yüzünden depreme karşı güvenli kentler elde ettiklerini söylediler. Hatta, deprem bölgesi Kaliforniya’da bu oranın yüzde 99’a tırmandığını eklediler. Uluslararası örneklerde ve ülkemizin tarihi yapılarında görüleceği gibi dokuz kata kadar ahşap konut yapmanın hiçbir teknik sakıncası yoktur. Ne var ki atamızın, dedemizin “ustalığını ve mühendisliğini” dünyaya öğrettiği yine yabancılarca itiraf edilen bu tekniğin ve hesabının son 70 yıldır inşaat fakültelerimizde öğretilmemesi acı bir gerçektir. Beton bütün dünyada, öncelikle konut sektöründen çekilmektedir. Amerika’daki konutların yüzde 90’ı ahşap olmasına karşılık ülkemizdeki konutların yüzde 97’si betondur. Düşünmek gerekmez mi?.. 99 depreminde “depremin değil, betonun altında kaldık!” dediğimde nedense çok kızmıştı birileri. Yeşil ile Yaşamak Kentlerdeki yeşil alanlar, biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilmesinde temel bileşendir. Aynı zamanda, insan ile yapı arasında ölçüsel bir denge kurulmasına ve yaşanılan bölgede insanların psikolojik doyuma ulaşmasına hizmet verir. Oyun, spor, dinlence gibi örgütlenmiş ve düzenlenmiş işlevlere, açık mekânlar sağlar. Her aileye ayrılabilecek küçük bahçelerde, kendi sebze ve meyvesini yetiştirme olanağı sunar. Ya da, 2003’te önerdiğim ve 2004’te “Hayata Yeniden Bakmak” başlıklı makalemde modellediğim gibi sadece tarımsal amaçla ayrılan alanlarda, bireysel ya da mahalle ve semt bazında müşterek ve sağlıklı bir üretime fırsat verir. Kentsel kurguya dahil edilen yeşil alanların en önemli işlevi, tozu azaltmak ve fotosentez ile havayı temizlemektir. Rüzgar hızı düştükçe, bağıl nem artar ve insanın hissettiği sıcaklık yükselir. Doğru kurulmuş bir yeşil alan sistemi, örneğin yapılaşmış alanlar içine giren, özellikle hakim rüzgar yönüne doğru kenti açan alanlar dizisi şeklinde planlanan bölgeler oluşturarak, kentin mikro kliması iyileştirilir. Ortalama yüksekliğinin üç katı kadar bir alan içinde, kentin kendine özgü atmosferi bulunur. Bu saptamayı şu örnekle açıklayabiliriz; iki katlı yerleşke, atmosferi 18 metre yüksekliğe kadar etkilerken, örneğin 10 katlı bir ortalama yükseklik 90 metrelik bir atmosfer tabakasını iklimsel olarak negatif yönde etkiler. Böylece, gittikçe daha kalın bir tampon bölge ile çevresel faktörlerden izole edilmiş, sağlıksız yerleşimler doğar. O yüzden, hava kirliliğinin en çok etkili olduğu alanlar, yüksek yapıların yoğun bulunduğu, bu yüzden doğal hava akımlarının da engellendiği, yeşilden yoksun bölgelerdir. Buralarda ısı, çevredeki açık alana göre gündüz en az 2º C, gece yaklaşık 7º C daha yüksek, rüzgar hızı yüzde 20-30 daha düşük, bağıl nem ise daha fazladır. Buradaki göreceli ısınma, sigara dumanı ile dolmuş bir odadaki ısınma benzeri son derece sağlıksız bir enerji artışıdır. Kent içindeki, kentle entegre olabilmiş yeşil alanlar, uygun konumda ve büyüklükte olduğu durumda, kentteki hava akımını artırarak nem ve ısı yoğunlaşmasını engeller. Yani bir anlamda, kapalı alanlarda enerji tasarrufu sağlar. Daha düşük ısıtma ve soğutma yükleri ile yaşam konforu elde etmemize yardımcı olur. 25 m2 yaprak alanının güneşli bir günde ürettiği oksijen miktarı, insanın bir günde tükettiği oksijen miktarına denktir. Bu yaprak alanı, yaklaşık olarak, izdüşümü 5 m2 olan bir ağacın taşıdığı yaprak yüzeyine karşılık gelir. Ancak, gece ve güneşsiz kış mevsimi dikkate alındığında, bir insanın yıllık oksijen gereksinimi için 150 m2 yaprak yüzeyi yeterlidir demek daha doğru olur. Bunun için kentte kişi başına 30-40 m2 ağaç-çalı-otsu bitkilerden oluşacak yeşil alan gereklidir. Yani sadece kapalı alanlar için gerekli toplam alan gereksiniminin yüzde 18-20’si kadar daha yeşil alan, ekolojik oksijen dengesinin kurulabilmesi için asgari şarttır. Bu da, sağlıklı bir kent için, tüm donatıları dahil ettiğinizde kişi başına 200 m2 arazi ihtiyacı demektir. Kentleşme Önerisi Doğaya el sürmeyelim gerekçesiyle tıkış tıkış mahallelerde doğayla yabancılaşmayı ve sonunda piknik yaptığı ormana çöplerini bırakırken bundan hiç utanç duymayan, hatta bir mangal keyfi uğruna ormanların yanmasına neden olan bir nesil yaratmak değildir çevrecilik. Bu mudur tek öneri?.. Yeni bir imar alanını tartışırken ya da yaratırken, insanları çağdaş hapishaneler olan çok katlı binalara mecbur bırakmak ile, o imar alanını bir doğa uzantısı olarak planlayıp, yeşilin içinde yaşamalarını sağlamak arasında tercih yapmalıyız. Sağlıklı bir kentleşme, çok katlı binalar sayesinde yerden yükselerek, böylece yeşili koruduğunu zannetmek değildir. O tercih aslında, kendisini beton lahitler içine hapsetmek ve müebbet mahkumiyet yaratmaktır. Böyle mekânlarda büyümek zorunda kalanlardan, nimetlerini tanımadıkları, o yüzden içselleştirmedikleri “yeşil adına” doğru bir eylem beklemek, gerçekten şaşırtıcı olurdu. Önereceğimiz yerleşkedeki yapılar, zeminde doğadan mecburen çaldığı toprağı çim çatılarına ve teraslarına taşıyarak ödeşecek, bulunduğu araziyi doğru bir planlama ile ağaçlandıracak ve böylece doğaya saygılı olmanın, onu gerçekten korumanın en doğru örneğini oluşturacaktır. İlgili makalelerim açıklayıcı olacaktır: “Doğaya Saygılı Mimarlık”, “Çatı Dediğin Yeşil mi Olur?”. Kendilerine gereken enerjinin tümünü sadece güneş, rüzgar ve toprağın sabit enerjisini kullanarak üretebilecektir. İhtiyacından fazlasını ise çıkan kanun gereği devlete satabilecek ve beşte birimiz kadar güneşe sahip Almanya koşullarında bile “ikinci emekli maaşı!” denilen seviyede gelir elde edebilecektir. Böylece, milli ihanet saydığım doğalgaz bağımlılığından ve fosil yakıt tüketiminden, yani 2013 itibariyle yıllık 50 milyar doları bulan gereksiz harcamamızdan geri adım atılabilecektir.. Tüm atıklarını biyolojik yöntemle, bireysel ya da mahalle bazında arıtacak, yağmur suyunu da toplayarak, tüm sulama amaçlı işlerde ve rezervuarlarında kullanarak yüzde 90’a ulaşan seviyede su tasarrufu sağlayacaktır. Böylece ayrı bir kanalizasyon sistemine de ihtiyaç duymayacaktır. Ve bundan böyle o kentte ve ülkede yapılacak tüm binalara örnek olacaktır. Bizlere düşen, “yasak hemşerim!” basitliğinde bir düşüncenin arkasına kolayca sığınmak değil, “neden yasak ?” diye sorma cesaretini göstererek, böyle yapılanmaları teşvik etmektir. “Böylece merkezden uzaklaşacağız, yani taşıma giderleri artacak!” endişesi taşıyanlara, böyle bir yerleşkede üretilecek enerjinin hiçbir fosil yakıt tüketimine gerek bırakmayacak, hava ve gürültü kirliliği de yaratmayacak olan elektrikli araçlarla bedelsiz taşımaya bile vesile olabileceğini hatırlatmak isterim. Yeşili kullanmasını beceremeyerek, kentleşme kurgusu içine dahil edemeyerek, insanları asfalt meydanlara ve beton binalara hapsetmek, şehircilik ayıbıdır. Yeşil adeta “ateşe dokunma!” komutuna benzer, “yeşile dokunma!” sloganı ile korunmaya çalışılmaktadır. Halbuki “yeşili sev, birlikte yaşa” olmalıdır sloganımız. Ancak böyle sağlanır doğanın gerçek korunması. Yeşili korumak ancak onunla birlikte yaşamayı öğrenmek ve öğretmekle mümkündür. “Çimenden korkma, ağaca sarıl, doğa senin doğal hakkın, sahiplen ki korunsun!” diyebilmeliyiz insanlara. Bilgiyi Sorgulamak!.. Evet, bazı kuralları esnetirken kötü örnek ve uygulama ihtimalleri peşin bir endişe yaratabilir. Ama vahşi kapitalizmin emellerinden ancak doğanın nimetleri ile tanışmasına fırsat verilen ve böylece onun asıl sahibi olduğunu fark edebilen ve böylece kendisine yetebileceğini idrak edenlerin gözetimi ve denetimi sayesinde gerçekten korunabilir insanlık. Sadece yasaklayıcı kanun ve yönetmeliklerle değil!.. Ona uzaktan bakarsanız, yangınına da talanına da uzaktan bakarsınız. Doğa nutukla korunmaz. Birlikte yaşadığınız aileniz, nasıl ki sizin en önemli koruma önceliğiniz ise, birlikte yaşadığınız doğa da ancak o zaman en yüksek önceliğe sahip olacaktır. Sağlıklı bir kent dokusu böyle elde edilir. Bildiğimiz keçi, en sadık doğa dostudur.. Çünkü hep doğada yaşamayı tercih eder. İnsanın bile ulaşamadığı yerlerdeki otlarla beslenir ve doğanın kendisi için yaşam güvencesi olduğunu bilir. Koyun gibi sadece önüne konulanla yetinmez. Lütfen bu konuyu, dağlarda ve keçilerle birlikte ömür süren göçerlere danışınız. Maalesef milli eğitim sistemimizde, beslenirken doğaya zarar verdikleri öğretilmiştir bize. İşte bu da yeşil alanlardaki yatay yaşam tercihlerinin, doğayı yok edeceği ya da ahşap evlerde oturmanın ormanları tüketeceği derin yanılgısına benzer bir bilgi kirliliğidir. Hırsız girmesin diye evinin tüm kapı ve pencerelerine demir parmaklık takan insan, aslında hırsıza layık göreceği hapishaneye kendisini hapsetmiş, yani kendi zindanını yaratmış olur. O yüzden ilgili tüm meslek gruplarına, doğa adına ve böylece ülkemiz adına kararlar alırken aslen kadim ama yeni gündeme gelen bilgilere kulak vermelerini, “doğayı korumaya çalışırken, kökten kaybetme!” riskine dikkat etmelerini tavsiye ediyorum. Ä°lginizi çekebilir... 2025, Ä°nÅŸaat Sektöründe Enerji Dönüşümü için Dönüm Noktası Olacak mı?Avrupa genelinde artan faiz oranları ve inÅŸaat maliyetleri, bina sahiplerini 2024 yılında enerji dönüşüm projelerine yatırım yapma konusunda temkinli ... Mekanik Tesisatın Yeni Yüzyılı: Tesisat Sektörünün Dört BileÅŸeniGHÄ°YO'dan okuldaşım, Ä°ÅŸ ve Pazar GeliÅŸtirme Stratejileri Mentoru deÄŸerli dostum Yavuz Can Yazıcı, Four Essentials izlenimlerini yazdı.... ISO 14067 Ãœrün Karbon Ayak Ä°zi Hesaplama ve DoÄŸrulamaSon zamanlarda, iklim deÄŸiÅŸikliÄŸi konusu giderek daha önemli hale gelmektedir. Ä°klim deÄŸiÅŸikliÄŸi, dünya genelindeki birçok ülkeyi etkisi altına almakt... |
||||
©2025 B2B Medya - Teknik Sektör Yayıncılığı A.Åž. | Sektörel Yayıncılar DerneÄŸi üyesidir. | Çerez Bilgisi ve Gizlilik Politikamız için lütfen tıklayınız.